Gerçekliklerle Yanılsamalı öyküler (I)
Yıl bin dokuz yüz doksan üç senesin de Haziran ayı Tekirdağ da firmamıza ikinci mağazamızı yeni açtığımız gün; yetiştirmek üzere yeni elaman alıncaya kadar, dükkân sahibine kalacak otel bulmam lazım dedim. O da bana “ istersen benim misafirlerimi ağırladığım evimin bir odasın da sen de kalabilirsin.” dedi. “peki, gidip görelim” dedim. Yeni bitmiş sayılan apartmanın birçok daireleri boştu; üçüncü katta olan dairenin içersine beraber girdik. Dükkân sahibim odaları bana anlatıyor ve nerede kalacağım hakkım da yer bakınıyoruz. Tek oda boştu. Ben de o da misafirlerinin kaldığı yatak odasının yanında ki boş olan odayı uygun olduğunu gördüm ve beraber karar uzlaşı tespit ettik. Dükkâna beraber döndük, sonra: dış ve ev kapısının yeni anahtarlarını yaptırıp bana verdi. Evin oda içersin de yatak olmadığı için, yeni çekyat battaniye komedin taksitle aldım ve gidip eve yerleştirdim. Dükkâna dönüp eksik işleri tamamladığım sıra da dükkân sahibim yeni elaman bulma konusunda da yardımcı oldu. İkisi de aynı mahallede oturan erkek kız elaman gönderdi: ikisini de işe aldım. İlk gün de bütün eksiklikleri tamamlamam, disiplinli karakterimin sonucuydu. Sözlü olduklarını öğrendiğim yeni elamanlarım, birbirlerini sevmeleri ve gözlerin de ki ışıltıları görmeye değer manzara gösteriyor ve işi öğrenmek gayretleri beni de ileride olabilecek olumsuzluklardan korunaklı kılıyordu. İşlerle alakalı temel görev dağılımını yaptıktan sonra yaptığımız ilk gün satışlarını da kasa fönüne geçip dükkânı kapattık. Bir yer de bir şeyler yedikten sonra: Saat 20:30 evin yolunu tuttum. Kendime zaman ayırdığım aralar da hep kitap okurum. Küçük sayılacak bavulumda da beş altı kitabım vardı. Odama yerleşip çekyata uzandım J.K GALBRAITH KUŞKU ÇAĞI (Ekonomik Gelişmeler Tarihi) adlı kitabını okumaya başladım. Arka kapak önsözü de ekleyelim bu ara da: Prof. Dr. Gülten Kazgan’ın önsözüyle:
Günümüzde ekonomik ve toplumsal düşünce akımlarının kaynağını bilmeden sağlıklı bir değerlendirme yapamayız. Galbraith, yüzyıllar boyu, ekonomik bunalımlar, devrimler, kıyımlar ve kırımlar yaşamış dünyamızın soysa ekonomik tarihini sergiliyor.
Bir önceki yüzyılda kapitalistler başarılarından, sosyalistler zaferlerinden emindiler. Oysa artık yaşadığımız KUŞKU ÇAĞI’dır. Toplumları, rejimleri etkileyen, hatta ona yön veren düşünce akımlarının, sistemlerinin yarattığı karmaşa içinde insan yaşamının biçimlenişi…
EKONOMİK GELİŞMELER TARİHİ, aynı zamanda dünya televizyonlarının da dizi olarak yayınlandı; türünün benzersiz bir yapıtı olduğu gerçeğinde bilim adamları kadar izleyiciler ve okurlar da oy birliği yaptılar.
Kapitalist ve sosyalist ekonomik sistemlerin gittikçe birbirine yaklaştığı tezini savunan Galbraith’i Prof Dr. Gülten Kazgan’ın önsözüyle Türk okurlarına sunuyoruz.
Her zaman ilk okumaya başladığım kitabı elime aldığımda da ağır ve anlayarak yüz sayfa: kafamı kitaptan kaldırmadan okurum. Bu sefer öyle olmadı; saat gece yarısını geçtiği vakte yakın dış kapıdan gelen sesler dikkatimi dağıttı. Gelen ev sahibi ve misafirleriydi. Ev sahibem beni misafirlerinle tanıştırmak için kapı mı çaldı. Kapıyı açıp odadan çıkıp, mutfaktan gelen seslerin kalabalık olduklarını düşündüm. Mutfakta masa etrafına oturdukları üç bayan ve ocakta çay pişiren bir bayan gördüm. Misafirler Bulgar’dı Tekirdağ’a çalışmak için gelmişlerdi. Türkçe bilmiyorlardı, kendi dillerinde konuşuyorlar bende ne konuştuklarını bilmiyordum. Ev sahibim durumu önceden onlara anlatmış olacak ki her hangi ters tepki bakışı ile karşılaşmadım onlara tek tek bakarken. Yaklaşımları doğal ve samimiydi. Yapılan caydan iki bardak içecek kadar yanların da kaldığım süre için de ev sahibim de önceden gitti.
Okumakta yarım bıraktığım kitap’ın konusuyla Bulgar misafirlerin kitap sayfalarından çıkmışçasına örtüşüyordu. Bu gözlemlerimi düşündüğüm sırada üç bayandan en küçüğü tahminen yaşı on yedi, benden hayli uzun boylu ve zayıf yapılı bal rengi gözlü kumral kız da
Benim düşünceli hareketlerimi izliyordu cay saati boyunca. Yanlarından izin isteyip odama gittim. Kitab’ı elime alıp tekrar okumaya çalış samda kafam kıza takılmıştı. Gün içersin de çok yorulduğum için uykumda iyice geldiğinden yatıp uyudum. Yeni elamanlar dükkân önünde beklemesi hoş olmazdı erkenden kalkıp gidip dükkânı açtım. Elamanlarda işe geldiğinde, işlerin açılması ve mağaza tanıtımı için yerel Tekirdağ Radyo’suna Reklam vermek üzere plan yapıp karar aldık. Elamanlarımın tanıdığı olan üniversitede gazetecilik ve reklam bölümünde de okuyan ve aynı zaman da Radyo da reklam bölümünde çalışan kız öğle vakti mağazaya geldi. İşbirliğinin verdiği bu yeni çevre renklenmeye başlamıştı benim açımdan. Kızın yüz görünümü güzel olmasa da sesi ve fiziği etkili konuşmasında ki! Sunumu; Reklam fiyatını yüksek tutması ve tavizsiz tavırları karşısında Reklam verme anlaşma konusunda uzlaşma sağlayamadık. Hiç beklemediği satış tekniğiyle avladım kızı. Reklamı vermiştim hem de yarı fiyata. Sözleşmeyi benim isteğim doğrultusunda imzalamıştı. “ Hala kendime inanamıyorum bunu nasıl yaptım” dedi. “Satış teknikleri” dedim. “Ama ama nasıl? Olur, sözleşmeyi siz istediğiniz gibi yazıp ve imzalayıp kalemi elime tutuşturdunuz.” “Siz de imzaladınız.” Dedim. Reklamın arka fon müziği: o aralar herkesin dilinde olan; beni ben yapan ilk gençlik sevdalıma benzerliğinde olan sarkıcı Nilüferin: sözleri: Aysel Gürel’in Şov Yapma şarkısını; fon arka müziği olarak seçtim.
Ve kıza dönüp.
“Eğer üzüntünüz biraz olsun hafifletecekse, sizi yemek yemeğe davet ediyorum” dedim.
Hala şaşkın ve kafası karışık şekil de cevap verdi.
“Eh! Evet, olur.”
“Ben Tekirdağ da yabancıyım, sizin bildiğiniz bir yere gidelim.”Dedim.
Şaşkınlığı hala sürüyor ve üzerinde ki! Etkimi kendince anlamaya beni tanımaya çalışıyordu. Biraz düşünüp.
“Evet, bildiğim yer var.”
Elamanlara dönüp.
“Biliyorum biraz yalnız kalacaksınız işte ama size güveniyorum.”
Reklamcı kıza dönüp.
“Buyurun çıkalım.”
O da evrakları çantasına yerleştirip mağazadan ayrıldık. Sessizlik yargıcı adımlarla Reklamcı kızı takip ediyorum. Bir yandan da nasıl bir yere gideceğimizi merak ediyordum. Sanırım aynı düşünceler onun da aklının için de vardı. Sessizliği bozmak ona düştü bu nedenle.
“Şey! Af edersiniz Cengiz Bey, biz okul arkadaşlarımla devamlı gittiğimiz yer var; orası yürümek yarım saat alır sizce uygun mu?”
“Uygun, Sinem Hanım uygun.”
“Biliyor musunuz? Hala şu Reklam vermenizi düşünüyorum, tekniğin ne! Olabileceği hakkında henüz bir şey gelmiyor aklıma, lütfen söyler misiniz bunun ne! Olduğunu.”
“Kalem, in gücü bu, yazma ve anlaşmalar da kalem’in gizli kuvettidir.”
“Nasıl? Yani anlamadım.”
“Kalem sizin elinizdeyken imzalamazsanız: sonra ki! Süreçleri içgüdüsel olarak pişmanlık duyacaktınız ve bu hiç de kabul edilir bir şey değildir, sizin taviz vermez tavrınız için.”
“İnsanları çözümleme de başarılısınız anlaşılan.”
“Öyle değil aslın da, siz kendi kendinize satış yaptınız.”
“Eh! Evet, öyle oldu.”
“İyi bir satıcı alıcıyı dinler ve son sözü yine alıcı söyler, bunu öğrendiğiniz de satış gerçekleşir.”
“ Evet, Reklam konusun da hep ben konuştum siz dinlediniz ve bir tek kalemi elime tutuşturdunuz sadece.”
“ Gerçeği söylemek gerekirse ilk defa bu tekniği siz de kullandım. Sonuçlarına bakılacak olursa işe yaradığını söyleyebilirim size.”
“Evet, öyle gözüküyor.”
Yan yana İngilizler gibi birbirimize bakmadan, gidilen yön istikametin de kafalarımızın için de ki! Düşünceleri anlatımlarımızda ki merak; ikimizi de bunun ötesin de daha çok şeyler yaşanacağını hissediyor hissettiriyordum.
Yol boyunca konuşmalarımız içersin de samimi yaklaşım olduğundan ikimiz de rahatlamıştık. Zaten iki yabancı yeni tanıştığın da ilk gerginlik yaşanılır ne de olsa. Aşamasını geçtiğimizde yemek yiyeceğimiz mekâna da gelmiştik. Okuldan tanıdığı bir arkadaşıyla selamlaştıktan sonra: Sinem devamlı oturduğu cam pervazlarına yakın sarmaşık çiçekli duvar dibin de; çok eski denilecek tahta masanın bulunduğu duvar üçgeninin birleştirdiği sedir oturağının; mekânın otantikliği ile kuytuluğu yemekten daha öte şeyler yaşanacağını da gösteriyordu gelecekte bana. Ve düşünüyordum yine aynı anda iki kadın hayatıma giriyordu. İstanbul da Patronumun sevgilisi Vildan la sözle olmasa da sessizce birbirimizi özlediğimizi, akşamları ilk açtığımız Merkez mağazamıza uğradığın da, bana yakınlık gösterdiğini biliyordum ve ben de Vildan a, karşılıklı yaklaşım gösteriyor birbirimizi izliyorduk açıkça. Patronum o aralar Sabah Gazetesin de Reklam Merkezin de çalışıyor Vildan da yardımcı Tekniker olarak görev yapıyordu. Firmayı patronum eski okul kız arkadaşıyla ortak açtılar, bayan patronumun kız kardeşi Zeliş, üniversiteyi yeni kazanmış okulların açılması arasında yardımcı eleman olarak çalışıyordu. Sevgilisi vardı kendi yaşların da bir iki sefer mağazaya geldiğinde görmüştüm. Sonra: araları açıldı görüşmediler, nedenini bilmiyorum. Zeliş Yay burcu ve onunla biyoritmlerimiz çok yüksek derecede birbirine yakındı 05 12 1974- 10 04 1962 aramızda ki yaş farkı sorun olmadan birbirimizi çok iyi anlıyor hissedebiliyorduk. Vildan ve Zeliş aynı anda hayatımdaydılar o dönem. Patronum Sabah Gazetesinden ve ortağından ayrılıp Annesini firmanın düşük kar ortağı olarak devam kararı alınca Vildan ve Zeliş de kendi yollarına gittiler. Bir sene sonra Zeliş Mecidiyeköy Fuar alanın da karşılaştık Fuar standın da tanıtım hostesliği yapıyordu. Fuar boyunca akşamları onu evine bırakıyor ve eksik kaldığımız konuları tekrar açıp konuşuyorduk. Sonrasın da uzun süre görüşemedik. Okul yılları ve sonrasında çalıştığı firmaya gidip ara sıra görüştüğümüz oldu. Vildan ne yaptığını hiçbir zaman öğrenemedim kısa bir zaman tanıdığım biri olarak kaldı, hala da öyle.
Az çok eski zaman olay geçişlerini düşündüğüm bu yeni duruma nasıl? Tavır alacağım konusun da gizli sorular soruyordum kendime. Ayran gönüllü adam olduğum sonucu çıkar böyle durum da. Evet, öyleyim tabii bunun geçmiş nedenleri vardı kendi yaşamımın içerisin de. Misafirlikte kalan Bulgar kızın bakışları hala üzerimdeydi, kafamın içerisin de yer edinmişti gece boyunca. Ve şimdi karşım da sesinden ve fiziğinden etkilendiğim Sinem’le yemek siparişi verdik; vejetaryen soslu makarna ve fındık ezmesi şokellalı sütlaç tatlısı.
Yemek yediğimiz zaman içersin de okul arkadaşları tarafından izlediğimizi her ikimiz de biliyorduk; bu yüzden iş yemeği kıvamın da geçti. Sinemle el sıkışıp onu arkadaşlarına bıraktım. Oradan mağazaya geçtim. Nafize ve Sertaç sevinçli satış yapmışlar. Bir iki satış ta ben yaptım. Gün bitimin de akşam kasa fönünü de doldurup mağazayı kapattık. Nafize ve Sertaç’ı arabayla ayrı ayrı evlerine uğrayıp ailelerinle tanıştım. Tekirdağ’ı biraz dolaşıp yiyecek alış verişi yapıp eve döndüm. Yiyecekleri dolaba yerleştirmek için buzdolabın kapağını açtığım da Bulgar misafirlerinin az denilecek ölçüde yiyecekleri olduğunu gördüm. Tekrar dışarı çıkıp alış veriş yaptım bende evin üyesiydim artık, paylaşım yapmak uygun düşerdi elbette. Kadın elinden çıkma yemeğin tadı her zaman güzeldir, bu en basitinden melemen olsa dâhil. Umarım yanlış anlamazlar düşünceler içerisinde buzdolabını neredeyse her rafını doldurdum. Saat yirmi üç otuz odama çekilip kitap’ı elime aldım kaldığım yerin bir önceki sayfadan okumaya başladım.
“ Refah ve Doğal Ayıklanma:”
“Tüm sınıflar içinde en dikkat çekeni ve en az inceleni zenginlerdir ve bu genellikle böyle sürüp gitmektedir. XIX. Yüzyılda, içlerinde insan sevgisi olan bilim insanları yoksulluğun koşullarını incelemeye çalışmışlardı. Bu insanlar neden yoksuldular? Ya da yoksulluk zalim işverenin sömürüsünün sonucu muydu? Yoksulluğun nedeni kontrolsüz çoğalma olabilir miydi? Yoksa bu, doğal düzenin gereği miydi? Tüm bu soru ve yanıtlarının, özellikle sonuncusunun yandaşları vardı. Yoksulların yaşam koşulları da incelenmişti. Bu insanlar nasıl barınıyor, nasıl besleniyorlardı? Boş zamanlarında neler yaparlardı? Soylarını nasıl sürdürüyorlardı?
Buna karşılık zenginler böyle ilgiden bağışıktı. Viktorya dönemindeki zenginler romanlara konu olmuş, ama toplumsal yönden incelenmemişlerdi. Yoksulluk incelenebilecek bir şeydi, zenginlikse ender ve özel bir durum olmakla birlikte doğaldı. Bundan yetmiş yıl önce kadın ya da erkek bir araştırmacı, Doğu Londra’nın kenar mahallelerinde oturan ailelere başvurarak bir odada kaç kişinin yattığını öğrenebilirdi. Ama Mayfair’deki bir gotik evin ne kâhyasının böyle bir araştırmacıya kapıyı açması bile düşünülemezdi.
XIX. yüzyılda toplumsal düşüncenin güçlü, hatta egemen akımı, zenginlerin ayrı ve gerçekten üstün bir sınıf olarak görülmelerine neden olmuştu. Okumaya düşkün olanların dışındaki zenginlerin bu görüşlerden pek haberleri yoktu. Onlar, kendilerinin daha iyi olduklarını bilmekle yetinip neden böyle olduklarını araştırmaya ya da öğrenmeye gerek görmüyorlardı. Söz konusu düşünceler biraz ekonomiye, biraz teolojiye ve büyük ölçüde de biyolojiye dayanmaktaydı. İnsan bu görüşleri incelemeye, bir doğal tarih müzesini gezmekle başlamalıdır. Memelilerin en üst sınıfı olan primatların, salyangozlar ve sümüklü böcekler ya da zamanımıza dek gelmemiş olan dinozor ve mamutlarla karşılaştırıldıklarında, doğal ayıklanmanın bir ürünü oldukları görülür. En güçlü ve çevresine en iyi uyum sağlayan bu canlılar yaşamlarını sürdürebilmişlerdir. İşte bu aynı güç ve uyarlama yeteneği zenginlerin var olmasını açıklamaktadır. Charles Darvin insan soyunun nasıl türediğini, dünyaca en büyük Sosyal Darvin’ci olarak tanınan Herbert Spencer de ayrıcalıklı sınıfların nasıl türediklerini açıklamışlardır.”
İşte tam bu nokta da okumayı bıraktığım kitap’ın sayfasının ışığında: önce ki gün gece için de geçen olayları düşünmeye başlamıştım. Bulgar misafirlerin nasıl bir süreç sonucu, ülkelerinden ayrılıp Tekirdağ çalışmaya gelmelerini merak ediyor, konuyu güncel bilgiler bulmak konusunda; heyecanlı merak sarmıştı aklım içinde ki düşüncelerimin arı kovanını. Zaten okuduğum kitaplar, yaşadığım zaman diliminde olayların geçişlerini anlamak; bunları yaşamın içerisinde ki örtüşüşlerini gözlemlemek, uzun zamandır alışkanlık olarak zihinsel ihtiyaçlarımdı. Buna paralel olarak duygusal olaylarda, aynı zaman diliminde de bilgilenmelerim de eş zamanlı olarak yaşamımın teklik varoluşuma çoğulluklu anlamlar katması ve gelecek üzerine planlar yapıp tahminlerimin gerçekleşmesinin hem seyircisi hem de yönlendiricisi olarak tarihe katkı yapıyorum. Firmanın resmi ortağı olmamakla beraber %10 tüm ciro üzerinden kazanç sağlama anlaşması sözlü olarak yapmıştım. Bu beni bağımsız kılıyordu firma içinde ki aldığım kararlarımı; sattığımız ürün peşin satışların da 1/3 kar verip vadeli satışlar ¼ tü. Ortalama aylık hedef cirolar 50/75 takım üzerine yapılmış tahmini kazancımı hesaplamıştım. Bir takım fiyatı iki bin yüz elli. TL. Açtığım her mağazalardan, ciro toplamı üzerinden % 10 kazancım sabit olup, firma içi giderleri de firmanın kurumsal giderleriydi. Bunun diğer anlamı da artık kitap almak ve okumak parasal imkânsızlıklarımı bitmesiydi. Ortalama ayda kitap okuma hızıma göre gün de çalışma zamanları da dâhil on altı saat kitap okur olarak beş altı kitap satın almam ve seyyar yaşantım gezginliğimin yükünü her geçen gün arttırıyorum. “Bilgi olmadan düşünce üretilemez” sözüm, bilincimin temelini oluşturduğunun farkına varmam; gelecekte ki yaşamımın temelini oluşturacaktır artık.
Gelecekteki süreçleri anlamak için: Bertrand Russell’in Dış Dünya Üzerine Bilgimiz. (Eski mantık düşünceyi bukağılamış, yeni mantık ona kanat takmıştır. Kanımca Galileo’nun fiziğe getirdiği ilerlemeyi o da felsefeye getirmiş ve sonunda onun ne türden sorunların çözülebilir olup hangilerinin insan gücünün ötesinde diye bırakılması gerektiğini görmesine olanak vermiştir.) EKONOMİK GELİŞMELER TARİHİ. Kitabını diğer kitaplarla birlikte eş zamanlı okumalarım zamanı ötelemek gibi alışkanlık olmuş. Russell’in Mantık ve Mistik kitabını Kitap evin de Din ve Bilim ile birlikte okuma alışkanlığımdan olacak ki! Karşılaştırmalı okumalarım daha sonraları üç hatta bazen beş kitap’ı karşılaştırmalı okuduğum zamanlardan kalmıştı bu alışkanlık bana.
Saat gece yarısını geçmişti, dış kapı açıldı; ev sahibi Bulgar misafirleri ve başka başka erkekler olduğunu kalabalık seslerden anladım. Bulgar misafirler kafamın içinde olan sorulara şüpheli yanıtlar verdi böylece. İki saat süre içersin de kitap okumalarıma ara yan tarafımda olan yatak odasında ki sesler dikkati mi dağıtırken; Bulgar misafirlerin yaptıkları işler ne olduğunu da anlamıştım. Diğer yabancı erkekler gittiğin de ev sahibim odamın kapısını çaldı.
Kapıyı açtım: İçeri girdiğin de kapıyı kapatıp.
“Buzdolabına yerleştirdiğim yiyecekler, Bulgar misafirlerin ortak yiyecekleridir.”
Ev sahibim de bunu soracaktı ki!
Misafirlerin aç olduğunu söyledi.
“Siz gelirsiniz diye ben de yemedim.”
Kendisinin de aç olduğunu söyleyip, Mutfaktaki Bulgar misafirlerin yanına gidip, gece yarısı güzel sofra kurmalarını söyleyip yanıma geldi.
Komedin üzerin de ki kitaplara bakıp.
“Kitap okuduğunuzu bilmiyordum.”
“Boş kaldığım vakitler hep okurum.”
Biraz oradan buradan konuştuktan sonra: Bulgar misafirlerin yaptığı işi de açıkça söyledikten sonra:
” Beraber olmak istediğin var mı?”
“Burada itiraf etmek gerekirse; zihinsel ihtiyaçları mı karşılamak ve bunun dışında herhangi ihtiyaca gereksinim duymuyorum.”
“Parasal karşılığı olmayacak; onlardan geldi teklif.”
Sırf önceki geceden beri aklımın içine taht kuran kızı söyledim ev sahibine.
“O olmaz, sözlüsü var memleketin de gerçekten misafir.”
” Kitap okurken yanımda Beatrice olsa ilgilenmem, uzun zamandır bu böyle. “
*! Kahkaha atıp, kendi halime bıraktı.
Bende güncel konuları düşünmeye başlayıp ve sonrasında: okumayı planladığım Bertrand Russelin Dış dünya üzerine bilgimiz: GÜNÜMÜZDEKİ EĞİLİMLER: konuşma (I) açılımını okumaya başladım.
Yarım saatten fazla okumalarımın içersinde karnımın açlığı, düşüncelerimi ve dikkatimi ağırlaştırdığı için okuduğumu da pek fazla anlamadım açıkçası.
Kalkıp mutfağa geçtim. Çay demlenmiş, sofra hazır hale getirilmiş, ev sahibi sigarası bittiğinden dışarı çıkmış, gelmesini bekliyorlardı. Bunu bana pantomim sanatıyla anlatıyordu Bulgar bayan misafir. Konuşmada vardı ama anlamadığımı da biliyordu. Bende öyle güzel anlatım karşısında; bakışlarımdaki merak onun da hoşuna gidiyordu. Orada bulunan herkeste aynı yüz ifadeleri vardı. Sonra şaşıracağım bir şey oldu. Bulgar misafirler Türkçe türkü çalan kırmızı eski ses veren mono küçük teyip dikkatimi çekti. Bulgar misafirlerin en küçüğü kaset değiştirdiğini fark etmiştim. Bu bana karşılama mesajı olarak verildiğini anladım. Direk ona bakarak anladığımı belirtmek için gülümsedim. Aynı şekilde oda bana gülümsedi. Hislerimde yanılmamıştım onunda bana ilgisi vardı. Bende öyle hisler içerisinde ona bakıyorum kaçamak bakışlarımda. Ev sahibi geldi, Bulgar misafirle aralarında benim az duyabileceğim ses tonuyla konuştular: kısa bir bakışa maruz kalıp; aralarında konuşmaları normal ses tonu; yemek yiyeceğimiz masanın çevresini sarmaya başlatmayı sağladı Bulgar misafirlere. Bende kapıya yakın tarafında masada oturuyordum, sol karşı masa ucunda, kafasını kaldırdığında gözlerini görebileceğim geometrik acıyla ona bakıyordum bana baktığı gibi. Daha sonra öğrenecektim Türk Bulgar göçmeni olduklarını. Hafta sonu Pazar günü evde yalnız kitapların içersine gömülmüş zamanın ağır geçiş yükünü üzerime çekmiş oyalanıyordum. Akşam saat sekize doğru karnım açıktı, Bulgar misafirler genelde saat on, on bir civarında gelirlerdi. Kolayca şıp şak bir şey yapıp beni de davet ederlerdi. Dış kapı açıldığını duydum: sessiz bir gelişti bu kim geldiğini merak edip; odamdan dışarı çıktım, mutfakta yemek yapıyordu Bulgar misafir genç güzel bayan. Başımla selam verdim. Bir anda Türkçe konuştu.
“Birazdan hazır olur yemek.”
Şaşkınlığım onu gülümsetti.
“Türkçe biliyor musunuz?”
“Elbette, Türk göçmeniyiz ben okumaya geldim.”
“Nerede ne okuyorsunuz.”
“Burada Tekirdağ da okuyorum, geçen gün sizi arkadaşımla yemek yerken gördüm.”
“Sinem’i tanıyor musunuz?”
“Aynı okuldayız ve akrabam aynı zaman da.”
“Yani görüşüyorsunuz?”
“Evet, senin hakkında konuşuyoruz da.”
Durum böyle bir şekil alınca hemen konuyu değiştirmek için, bir haftadır kafamı meşgul eden durumu ortaya attım.
“Bir haftadır neden türküleri Türkçe dinliyorsunuz diye hep merak etmiştim.”
O da kendi merakını söyledi. Bu arada adını bilmiyorum tabii.
“Bende ne kitapları okuduğunuzu merak ediyorum Cengiz?”
“Odamda küçük kitaplık oluşturdum bu aralar meraklı gözler için, bayan adsız!”
“Adsız Ha! Özlem ben kitaplığı görebilecek miyim peki?”
“Evet, gözlerinizin içinde ki merakı görebiliyorum, Yemeği yalnız mı yiyeceğiz Özlem.”
“Evet, bizimkiler evde olduğumu bilmiyorlar.”
“Ya Sinem biliyor mu?”
“Evet, biliyor.”
Vay anasına! Nasıl gelecek bekliyor beni bundan sonra, içimden geçirip sessizce yemeğimi yiyorum…