Nypmhia:

filapi:
Sıkılmış ruhlar ikizi:) Nasıl bir rastlantı bu hislerin var olduğu giz’in ortaya çıkışı, gelmeden önce açılmayan panondan vazgeçtiğim an için de, bu mudur kalp kalbe yakın olan, sırrın gizi yüz güzelliğinizin çekim küvetti… Tam da son yazdığın yazı gibi silinen panon yalnızlığı gibi sıkılmış ruh ikizi:) nereye kadar yaşanılır güvercin uçuşları ya da martı kanatları da süzülüş…
Yalnızlığın Ses ve Siz Etkisi
Artık her şey yolundaymış gibi davranmaktan yoruldum, bazen çok kolay bir şekilde atlatabiliyorum bunu ama yakınlıklar ne kadar artarsa huzursuzluğum da o kadar artıyor. Sanki içinde bulunduğum kovuğa ait olan her şey tenime, duygularıma batıyormuş gibi… Sanki kendi kanım, beni zehirliyormuş gibi…
Şirin ve masum yüzümde, geçtiğim tüm yolların dikenleri saklı… Her gülümsediğimde görüyorum bunu ve asıl hayalet olan o, asıl ruh olan o… Bugün, sıcak bir ortamda, sıcak ve kalabalık bir ortamda ne kadar yabancı olduğumu fark ettim… Her şey birçok insanın dilediği, düşlediği gibiydi aslında, güvenilir bir aile ortamı, televizyonun sesi eşliğinde edilen muhabbetler, muazzam bir yemek sofrası ve tatların dünyası… Tabağına kaktırılan fazladan yemek… Birçok insan bunları istiyor, bunların özlemini çekiyor yahut saçlarına düşen çatlak bir el ve onun acısı, dünyaya değişilemez bazen. Ama neden ben böyleyim? Neden tüm bunlar beni inanılmaz korkutuyor ve sıkıyor? Bugün öğrendiğim bir şey varsa eğer, yalnızlığımı ve bağımsızlığımı ne kadar sevdiğimdir. Onu, kendimden ayrı bir parça olarak düşünemiyorum. Ben ayrı bir varlık, o ayrı bir olgu değil. O benim doğum lekem. Kaşıyabilirim, çitilemek isteyebilirim, küfredebilirim zaman zaman fakat ne olursa olsun o, orada kalacaktır. Bunun için tıbbi muamelelere başvurmak akıl kârı değil. Ve tüm çabama rağmen gösterdiği sadakat büyüleyecektir beni. Yeter ki utanç duymayayım.
Bu, fark ediliyor beni tanıyan birçok kişi tarafından. Muhabbetlerin çoğunluğu benim bu özelliklerim hakkındaydı zaten. Yeri gelmişken –televizyon izlermiş gibi yaptım bu süre boyunca- hakkımda konuşulmasını hiç sevmem-
İçine kapanık bir insan olduğum doğru fakat bunun herhangi bir travma ile alakası yok, yalnızlığı sevdiğim, saatlerce odamda meşgaleler ürettiğim bir gerçek fakat bu demek değil ki ben hemen yan odadakileri sevmiyorum. Sevmek, göstergelerle ilerletilecek bir şey değildir. Söylencelerle, sözlerle daha kalıcı hale gelmez. Ona gereken tek şey bir kalp ve azıcık insanlıksa eğer, o kök salması ve büyümesi gereken yeri pek tabi bilecektir. Üstelik dilimiz asla toprak olabilecek kadar yüce olmamıştır… Aracıdır sadece, maladır harcı kaldırıp duvara sürdüğün… Aslolan kalpte ve fikirde çakılı kalmıştır her daim. Sağır, dilsiz de olabilirdim ama bunlar beni bir aptal yapmazdı, düşüncesiz yapmazdı hararetli bir tartışmanın ortasında –bence şöyle! Diye atlayamadığım için.
Burada sesli ve sessiz konuşmanın özünden, ayrımından ve realliğinden bahsediyorum. Hep aynı meyveyi veren bir ağaç değiliz, illa bitki olmak isteyeceksek bir yerlerde… İçimizde, dışımızda ne olduğunu bilmeli. Kapasitemizin ne olduğunu bilmeden, anlamadan ormanlara dalamayız. Bahçeler kuramayız, çalılardan öte… Bir palmiye iken, ananas olduğumuzu söylersek gülerler bize olanca güçleriyle… Sessizliği; düşünmeyelim, yalnızca susalım! olarak anlıyorsak eğer daha çok sürüleceğizdir köklerimizden… Ben, öyle düşüneyim ki konuşmaya takatim kalmasın! diyorum ya da öyle düşüneyim ki beni deli eden, beni zorlu yollarda alıkoyan bu düşüncelerin anlaşılması kolay olmasın, aynı yokuşları bu cümlelere de süreyim…
Bunu yapıyorum, çok da iyi başarıyorum doğrusu ama sonra…
Bazı duyuların yitimi, diğerlerini güçlendireceğinden körlüğüm yok oluyor yavaş yavaş, bu yüzden. Görüyorum heyhat! Görüyorum, ben de kimi an. Gördüğümü sandığım ve inandığım temeller uğruna, arı yuvası gibi içime içime kurulmuş derin, köhne yalnızlığı dağıtıyorum… Kurtuluyorum güya ondan. Tüm hırçınlığıyla saldırıyor bana. Bu, bir kez, bir yalnızlığın içinden çıktığında tekrar aynı yalnızlığı tadamayacak olmanın sebebi işte. Sen yara izleriyle bulursun onu, o yara izleriyle örter yüzünü…
Sen susarsın, düşüncesizce… O, yenilerini sunar sana…
Sis.. (Nyph)
Nypmhia:
Bir de sesler var bildiğin, onlara yetişene kadar olmadık şeyler duyuyorsun kalabalığın içinde yalnızlaştıkça… O, gürültü bile olmuyor aslında işte, sanki özel bir filtre edici takılmış ve derin bir sessizlikte yaşıyormuşsun gibi oluyor bu curcuna…
İşte o bildiğin, beklediğin, duymadığın seslerden biri olarak nitelendirirdim hep senin sesini… Çok sevindim o yüzden bu ize.
Teşekkür ederim ve hoş geldin demeliyim sanırım. Sıkılmış ruhlar ikizi 🙂 Sevdim bunu da…
filapi:
Elbette hoş geldin, teşekkürler size:)
Nypmhia:
Kendin olmayı başarırsan mutlu olursun. Ama kendin olmana izin vermiyorlarsa, sinirli… Ve en çok bir başkası olursun, kendinin dahi tahammül edemediği bir başkası…
Saat 3.28… Sıradan bir Pazar günü başlangıcı, aklımdan daima geçen şeylerleyim fakat yanında eşantiyon olarak bekleyen otomatik cevaplar var. Şehrin ıssızlaştığı, en cazip saatinden ve katlanılabilirliğinden faydalanmamak için, binbir türlü gerekçem, binbir türlü engelim var. Kayalara vurmak istiyorum kendimi, biraz daha dibe vurmak; bu saatlerde dibe vurmak, göğe ermekle bir oluyor çünkü. Gündüzleri daha çok, nazarlık bir sunağa uzanmak gibi… Saçlarımda papatyalardan bir taç, yine uzun hayal ediyorum… İnce, ince, uzun… İnce, ince, uzun örgüler. Kararmış, eski merdivenlerde çürümekten kurtulmuş bir basamak; sancılı güvertelerde soluklanan, suya kanmış güçlü bir halat gibi…
Yürümek gibi ve tutunmak…
Ben, bu ikisini de başaramadım. Kendi eksenimde dönmeyi istedim… Gizli bahçemdeki fıskiyelerden fışkıran suyu, yağmur sanmak istedim. Çıplak ayakla dans etmek, çamurla kapatmak yaralarımı… Çoğu an ellerimi ayırt edemedim. Basit bir reklam sloganından derin anlamlar çıkartmayı düşledim… Herkese söylemek çemberin dışından… Kaçmak sonra yine çemberin içine. Kendi kirimi yalamak.
Sakarlığımsa bir yalan… Bile bile bıraktım kendimi. Merdiven boşluklarından, göz pınarımdan… Zaman zaman yalnızlığımdan ve kalabalığımdan. En zoru neydi biliyor musun? -Nuh’un gemisini hayal et, orada yanyana olan hayvanları, eşleri, komşuları, insanları işte… Öyle bir kalabalığın, öyle bir paniğin, öyle bir samimiyetin arasında; yapayalnız, sağır ve dilsiz olmak! Yok… Aslında dilsizlik, anadil kaybındandı sanırım. Aynada, aynıyı görememekten. Dokunduğunu yok etmekten… Yarattığını toz etmekten…
Derin bir iç çekiş bağışlıyorum kendime. Bir aldığımı vermiyorum daha geri. Ne sözünün eriyim, ne borcuna sadık bir kiracı!
Ben astım değilim ki… Şeker hastasıyım ama, polenlere de alerjim var… Bir yerlerden geliyordur bu nefes darlığı, vardır bir tıbbi açıklaması illa… Yoksa, düşünmekten tıkanır mı insan hiç? İşim ne, gücüm ne? Boş vakitlerimde bir kâğıt alıp, sos da oynamıyorum artık… (hakikaten çook olmuş oynamayalı, oyun mu denir ona?- onu da bilmem gerçi.) Boş vakitlerimde bir kâğıt alıp, gölge kentler de çizmiyorum… Ama çok istiyorum, kendim gibi olabileceğim bir kent… Fakat bulduğum kentler terk edilmiş hep, bomboş… Ha, bir kendime oynuyorum zaten ben bu oyunu. Alkışlayanım yok, yuhalayanım yok, ne bakıp tarafsız kalacak bir seyirci… Kimi insanların hayatları öyle değil midir zaten? Boş bir tiyatro sahnesi… Kocaman ama. Neydi onun adı? Ağlayan Çayır’da, Eleni’yi sakladıkları tiyatro gibi… Kocaman… Kırmızı halılarıyla, koyu kahverengi ahşabıyla… Belki sahnemizin tek farkı, her adımda gıcırdayışıdır… Ama sanki birkaç kişinin adımı gibi duyulur, konuşma ihtiyacı hissederiz sonra. Yalnız hissetmeyelim diye var zaten bu yankı denilen şey de… Yankıyı seviyorum.
Taş duvarları da seviyorum… Beni güvende hissettiriyorlar, bir ihtimal bırakmıyor sanki ortada… Bir olasılık söz konusu değil, bir kesinlik mevcut her zaman… Sağlığında hiç bitkisel hayata girdin mi bilmiyorum, ben bir kere çay içerken girmiştim… İçimdeki bütün A, V, D, U, Ü, O ve Ö harfleri delinmiş birer kayığa dönüştü… Çok anlam aradım… Kürekler çektim sırtımdan, saf kemik. Kurtaramadım alfabeyi… Şimdi, emin olduğum bir şey varsa; ölmeden, düşmeden, bıçaklanmadan o lanet tecrübeyi edinmemeli. Şimdi emin olduğum bir şey varsa; imkânsızlıklar değil asıl mesele… Basitlikler hiç değil. Herkesi, her şeyi kurtaramayız… Sebep zaman değil, yetenek ve güç hiç değil. Sırf zevkten. İlahi bir zevk ama…
Bu saatte söylemek istemediğim cümleler geliyor aklıma, o anlarda üşenmesem mutfağa doğru bir seyahate çıkmak istiyorum çok. Son bir sigara için hazırlık belki de. Uyumak, hiç istemiyorum. Uyumak zaman kaybı… Uyumak, dinlenecek şiirlere kulaklarımı tıkamak gibi. Oysa daha çok saçılacak bu nar…
Bu gece, hem asi, inatçı çocuğum… Hem kırgın, hüzünlü kadın…
Fakat yine de bu gece, bir şey öğrendim:
Tanrı daima cenabet ve bize düşen sağlam bir metanet…
Sis..
04.35
filapi:
Aklımızın içersinde oluşturduğumuz imgeleri arama cabası, tek bir cümlede kendimize beğendirme karşılığında, bizden aldıklarını neler olduğunu biliyor muyuz? Varlığını kendi oluşturduğu cümlelerin birbirlerine eklemlenen zaman içersinde, ne olduğunu bilmeden kelimelerin peşine takılıp gitmek ne denli acı verir insana, anlatılamayan duyguların tam karşılığı bulmadığını görmek, düşünce uzayında ne denli yıpratır insanı. Eksik duygularla çıkarız kendi eksenimizden. Yitik yorgun başarısız, ağlamaklı cümlelerin kifayetsizliği ne derece tutsak kılsa da bizi, onca kelimeyle anlatamadığımız, ötekine tutsaklığı yine özlem içersinde çaresiz. Kendini onca ağırlığıyla bırakır ayak dibimize, ilerlemek imkânsızlığının olduğu çaresizlik kanıtını görür anıtsal heykel, bir türlü oluşturamadığımız somut ifade içselliğimizi yine çaresiz bırakmıştır. Yalnızlığımız bir başarıdır bu anlamda, sözcüklerin dile gelemediği bitimsiz seyir içersinde kendi eksikliğini araması, en derine ulaşma o gerekli tek cümleyi bulma uğraşı şehrin en kalabalık ortamlarına yeğlenmesinden öte kalabalıktır kendi yalnızlığımız…
Evet, son sözün de haklısın:” Tanrı daima cenabet ve bize düşen sağlam bir metanet…”
Nypmhia:
Büyük bir anafor var o ruhta, yaşla değil, yaşamakla da değil, ne kadar derin olduğuyla hiç alakalı değil… Kaybettiğimiz, düşürdüğümüz şeyler aslında bir gerçeğin gelin olmuş hâli gibi, taze, temiz ve yeni alınmış kaşlarıyla öncekinden çok farklı. Üzerini hep tozla kaplamışlar; toz deyince tarihtir, harabedir, hikâyesi vardır sanmışız ama bir rüzgâra, arsız bir nefese kaldıysa işimiz çok zor….
Eksikliği hissizlikle kıyaslasak, nasıl bir tablo çıkar ortaya? Almakla çalmak eş anlamlıysa, ne kalır bizden, geçerken uğradığımız imgeye? Ondan bize ne kalır? Ellerimiz ve içimiz arasında devinen birkaç kelime, nasıl büyütüyoruz onları onu da anlamıyorum… Yazıyorum, sırf göz akından bakıyor gözlerim sanki.
Yalnızlık beni hiç korkutmadı… Fakat cevaplanması gereken bazı şeyler var işte… Ben mi seçtim bunu? Yoksa böyle mi var olabilirdim yalnızca? Cevap ne olursa olsun bu hâlâ başarı olacaksa bende, başarımıza kadeh kaldırmayı öneriyorum 🙂 Karşımda garipliklerimi anlayacak birisi varmış gibi hissediyorum.
İsimlerin bir önemi yok aslında… Ama gün biterken ve filapi demiş ki’ diye başlamak istemiyorum düşünmeye:)
filapi:
Bütün bu kopuk kopuk cümlelerin, beni öne çıkaran ya da geriye doğru iten seslerin, başlangıçların, yol ayrımların, sert granitin içindeki adımların ortasında duruyorum. Hayatın ortasında yaşar kalmış, darmadağınık. Sis etkisinde bir iz yalnızca, her sis gibi çoğu zaman sessiz, ama konuştuğunda ürkütücü bir sesle konuşan ve yalan söylemeyi beceremeyen. Yanınıza gelmek için bırakıp kaçtığım orman gibi. Çocukluğuma dönmüş gibi, Nypmhia ölümüm gibi…
Nypmhia:
Bildiğim bir şey var şimdi, gitgide bir harf kaybetsem bile, illa herhangi bir leke olarak kalmaya devam edeceğim orada. İs olacağım, kıvrımlı bir yol olacağım, dağınıklığınıza varmaya çalışan… Ve siz, iki dağınıklığın birbirini ne denli toplayabildiğini görüp, nefes almaya devam edeceksiniz.
Ama yine de düşününce, en körpesi ben olmalıyım bu çocuğun ve siz her şeyi yeniden öğretmelisiniz bana.
Not:
Kuzgun Dansı; benim hayalimde yarattığım birine yazılan mektuplar serisi… Beni anladığını, dinlediğini düşündüğüm, kendim gibi gördüğüm birisi… O mektupları bundan sonra size ithaf etmeyi düşünüyorum sakıncası yoksa. Artık şehrin ayakları altında ezilmeyecek olmak, şenlik sebebi…
filapi:
Bazen sözle yürek öyle iyi uyar ki birbirine, Tanrı bile kıskanır birlikteliklerini, ya birini ya ötekini susturur, birer ayna koyar karşılarına… Kuzgun Dansı:) öykülerin Kahramanı yerine aldığın beni “O mektupları bundan sonra size ithaf etmeyi düşünüyorum sakıncası yoksa. Artık şehrin ayakları altında ezilmeyecek olmak, şenlik sebebi…” sözlerinizin içtenliği ile sessizce çöle geri dönüyorum ve kahve mi bitiriyorum…

Nypmhia:
🙂 ya her seferinde farklı yerlerdesiniz ya da çöller ormana dönüyor geceleri… ama zaten bu mesajınıza dün gece cevap vermişim ben…
Kuzgun Dansı III; Varlık
Bayım,
Sizin var olmadığınızı söylüyorlar… Bir adınızın, bir şehrinizin, hepsini geçiyorum bir teninizin olmadığını söylüyorlar. İşin aslı, ruhtan ibaretmişsiniz, yalnızca gölgeden…
Elbette ki karşılarında güçlü durmak için yeterince metanetliyim. Fakat var oluşu sorgulamaktan kendimi alamıyorum hâl böyle olunca. Bu ellerim, daha çok iş gördü, şu sesim daha çok dokundu diye daha köklü bir ağaç değilim bu dünyada… Onlar, kâğıtlardan gemiler yaptılar, uçaklar… Dolandılar ülke ülke ve açlıkları doyumsuzluktandı. Ayak izleri, takılı kalmış düğmelerinin düştüğü yerde, yalnızca ufak bir his göçüğüydü…
İnsan, özgür olabildiği sürece bireydi. Özgürlük, bireyde uluydu… Söyle lütfen; varlık, görünmez çalılardan bir kral tacı gibi herkesin başına kondurulmuş bir saygıdeğer güç simgesiyken, nasıl oldu da bugünlere geldi ve insanların birbirlerine karşı ne kadar yıkıcı olabileceği yarışmasına dönüştü? Ruh nasıl bir devrimci ki, kesildiğinde buz tutan bir etin arkasına saklanıyor? Onu bulmak, onu yakalamak zor olanı iken ve asıl gereken zorluklarken hayatımızda, bizler nasıl oluyor da, yüzeyde su sıçratmayı marifet sayıyoruz, bu denizlerde, bu varlık karmaşasında…
Göz önünde olmaktan, dokunabiliyor, dokunulabiliyor olmaktan, vurup kırmaktan ya da dökmekten bahsediyorlar. Cisimleşmekle var olmayı karıştırıyorlar bayım, söylenecek kelime bulamıyorum. Şaşıp kalıyorum sadece… Sanki büyük bir suç işlemişim gibi, ben bakamıyorum yüzlerine… Sayfalar biriktiriyor, renklerine kıyamıyorum zaman zaman. Seyrediyorum ve aklımda tutuyorum. O zaman, aklımı kurcalayan sorular ve görüntüler biraz olsun buğusundan sıyrılıyor.
İyice uzaklaşıyorum ilahi olan her şeyden, dinlerden, tanrılardan ve ayinlerden… Bir kefen mesela, istemem çıplaklığımı örtsün, istemem en sevdiğim ruju sürsünler dudağıma ve öyle koysunlar beni tabutuma… Eski olmak isterim, mevzuunun aksine. Olabildiğince eski olmalı ki, artık acıtmayacağı bilinen bir sızı olsun bu. Fakat dedim ya… Her şey buğusunu yitiriyor ve ince camlar, hiçbir çıbanın görünürlüğüne perde çekmiyor. Bir yarış halinde yaşanıyor her şey, bir kazanan bir kaybedeni aşağılamak için killerden, altınlardan ve fildişi kutulardan gayri resmi sloganlar çekiyor… Birileri kaçıyor, birileri kaçırıyor… Ellerinde kum rengi çarşaflar…
Kırmızı, gittikçe daha kırmızı bir gece.
Ben küstahım, sen küstahsın ama ikimiz de kibirli ve bencil insanlar değiliz, biliyorsun.
Bana göre kibir, insanın insandaki krallığını toza dönüştüren bir olguydu her zaman. Söylenmedikçe daha anlamlı kimi şeyler. Görmek için çaba harcanır o zaman, böylece daha gerçek olur sahip olunan erdem. Birisi çıkıp, bu benim özgüvenim dese de, kibir ve ego çıkmazında, o daracık duvarların arasında ezilmekte olduğunu fark edebilecek kadar iyi tanıyorum bu duyguları. İşte o zaman, o varlığı görmekte zorlanıyorum… Bu yanlış. Çünkü bir insana baktığımızda, onun varlığından önce sahip olduğu herhangi bir duyguyu görmemeliyiz. Körlüğe bir gönderme yapmıyorum burada, somut şeylerin öneminden de bahsetmiyorum, asla ruhun tenden geride olduğu da söz konusu değil. Bu, insanın yüceliği ve masumiyetiyle alakadar… Bu aslında düpedüz, insan olmakla alakadar… Bazı şeyler söylendikçe, görüşe kapalı hale gelir… Bu bir gerçek ve körebe bu yüzden çok sık oynanan bir oyun.
Sizin var olmadığınızı söylüyorlar bayım,
Bir adınız yokmuş, çok da önemli. Bir şehriniz yokmuş, kendimi hiçbir haritada bulamadım. Bir teniniz yokmuş, kendimi sakladım. Ruhtan ibaretmişsiniz, gölgeden; artık bir kar tanesini andırmasam da taştığımdan biliyorum sizi, görebiliyorum… Gölge kentim de var ne hoş!
Diyeceğim o ki; eğer siz de görebiliyorsanız beni, duvara bir sokak lambası çizin bu gece…
Sevgilerimle…

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s