Her gün aksatmadan uğradığım kitapçıda son üç gündür okuduğum stephen king-hayvan mezarlığı 400 sayfalık kitabın yarısını geçtim. Daha sonra biraz hava almak ve gözlerimi dinlendirmek için kitapçıdan ayrıldım. Kitapçının sokağından çıkan kadın, gelip, sol tarafımda yürümeye başladı: sonra ağaçlıklı parkın yakınlarında bir bank sırasına oturdu. Şaçları karışık ve uzun sürmüş bir yoksunluğun yıpratıcı eylemini sergiliyor giysileri. Banktan kalkıp elinde mikrofon varmışçasına şarkı söylemeye başladı. Bu hüzünlü ses yaş olarak çok genç, ya da gözlerimin buğuluğu kulaklarıma öyle algılamasını söylüyor. Daha dikkatli bakıyorum tanıdık birimi diye, yabancı gelmiyordu sesi kulağıma! Evet, evet nasılda fark edemedim yıllar önce Rüyamda görmüştüm onu ve uzun zamandır böyle bir karşılaşmayı bekliyordum.
Aynı sözlerle söylüyordu şarkısını bilmediğim dilde: yanına yaklaştım, şarkısını söylerken gözlerimin içine bakışı tanıdığını söylüyordu, yani bakışlarından öyle olduğunu çıkarıyordum. Etrafımız kalabalık seyirci oluşmuştu bu ahengi hisli şarkıda. Büyülenmiştim. Zaman kavramı aynı anda yok oldu. Rüyanın içine girdim, artık gerçekliğin var oluşuyla ilgili çelişkilere duyduğum tüm kaygılarım da yok oldu. Yanaklarımdan düşen gözyaşı sebepsiz değildi burnumda ki sızı. Kendim den kavgasız yaşama telkin gerektirmeden her şeyin dışındayım. Dayanmak için. Hayat için. Yâda öyle olmak zorunda kalan, farkına varılmaz zaman dilimi, hayatın sürüp gittiğine yine de, inandırabilecek… Masaldı bu yaşanmamış sanki bir varmış bir yokmuş derken baktım ki en çukur yerine ömrüm yuvarlanmış. Mekânsız kuşlar zamansız baharlar adsız kahramanlar geçmiş sahnelerden sen geçmemişsin… Uyudum. Uyandım. Uyandığım sabahın göğü yoktu. Gökyüzümü kaybettikten sonra kullanılmış göğü yıkadım, pakladım ve ufkuma gerdim… Doğum günün hediyesi olan kitabının son sayfasında kaldı aklım… Bu yüzden ön sözü olmayan kitapları sevdim, her hangi rastlantı sayfasında seni anlatan mısralar çekti beni ve şimdi karşımda şarkı söylüyorsun bilmediğim dilde…