Kirpiklerinde çise taşıyan kız, çıkıp geldi dağların arasından, yüksek dağların eteklerinden geçti vadileri aşıp. Gördü şair kızı, hoş gelmedin bu şehre, boş geldin… Güzelsin, kirpiklerin uzun, belli ki Munzurlusun! Gözlerin iri, rengi acı. Şair dokundurdu sözlerini, kız gencecik ağladı. Gözlerinde çise taşıyan kız gecenin uyuduğu vakitlerde boğazına düğümlenen hıçkırıklarla boğulurdu. Boşluğu, yalnızlığı örterdi üstüne. Kirpiklerinin ucunda hep bir çise dururdu. Soğuk düşerdi, tir, tir titrerdi yalnızlıktan. Çok uzaklardan gelmiş gibi yorgun. (Hadi beni sevin) diye bağıran gözleri, (Hadi kucaklayın beni dağlar taşlar) diyor. Bir şair sevse beni, ah! Bir şair sevse belki bilir beni sevmesini. Durgun sularda seyretti kendini. Ya da deniz kabuğunda bulunacak bir inci ser. Anı mıydı, neydi çocukluğunu bilmedi. Bir şair sevdi onu, o bir şairi sevdi. Gözlerinde çise taşıyan kız hep koşarak yürüdü, yetişmek için kendine. Hep yoruldu, yoruldu, yoruldu. Hep ağladı, ağladı… Yapraklarını dökmüş yalnızlık ağacına tünemiş kalbiyle, korku düğümlerini çözüp durdu. Gizli, gizli intiharlar biriktirdi. Dokunsa şair, yağacak yağmur. Dokundu şair ikiye bölünmüş bir zamana. İki aç nasıl doyar birbiriyle, bir aç diğer açtan hangi lokmayı ister? Gözlerinde çise taşıyan kız, indi yalnızlık ağacından ve ayrıldılar. Ayrılıklarından geriye sarılmaları kaldı, bir de ağlamaları. Vahşileşen bu hayatın ağzından çıkan soluk, savurdu başka, başka yerlere onları… Şair bir yerde, kirpiklerinde çise taşıyan kız akıbetsiz. Yırtılmış anı parçalarından geriye kalan bir yürüme oldu. Aldı gölgesini eline, bir kaval sesiyle, düştü bir korkunun peşine. (Ben bir başkasını seviyorum, düşme artık peşime) dedi şaire.(Ben hiç sevmedim) derken düşürdü çiseni gözünden.” Yaram kadar hiç kimse acımaz bana, durumun iyi değilse uzaktan âşık olacaksın…