Otuzlu yaşlarındaydım, hastalık derecesinde günde ons ekiz saat kitap okur, tüm kazancımı kitaplara yatırır; kendi geleceğimi ekonomik açısından düşünmeyip; dünyayı insanlık adaleti nasıl? Olması gerektiği hakkında düşüncelerimi geliştirmek ve tarihin eski yeni filozofların felsefelerinin nasıl? Oluşturdukları ve zamanı nasıl? Algıladıkları hakkında bilimsel metafizik düşüncelerinin algı türlerini, onların üzerindeki etkilerini ve ardılarının felsefesine aktardıkları birbirlerine etkilediği bilgileri de kendi ardılarını nasıl? Etki ettiklerini yüksek irade olgunluklarını titiz düşünür okumalarım sonucunda; tabiri caiz bir lafla kafayı yediğim zamanlardı. Gündemim günübirlik yaşama uyumlulukla ayak uydurmak o günlerde yapısalcı zihniyetim için çekilmez zorluklarla baş etmek zorundaydım. İnsan nedir? Sorusu çok tehlikeli sularda gezinmek gibi bir şeydi artık benim için. Sokaklarda hızlı hızlı adımlarla yürüyor, geçmiş filozofların felsefeleri hakkında karşılaştırmalı hayali diyaloglar kuruyordum aklımın içinde. Dışarıdan bakanlar, bu cepleri kitaplarla dolu, kendi boyuna yakın beyaz pardüseli bu deli adam, kırbacını yemiş at gibi yetişmek istediği yönü belirsiz sokakları arşınlıyor, yoluna çıkan en küçük yoldaki tümsekleri düzeltmek için ayağınla vurarak toz toprak salıyordu nefes borularıma. Bu yüzden çocukluk çağımın anıları canlanır, âşık olduğum sütçü kadını anımsarım, süt saflığına karışan havadaki tozlar, insanı hatırlatır bana.